Kadeh

Önce tatlı bir hayal, sonra büyük bir düş kırıklığı ve sonunda buz gibi bir realite. Hep iyi olacak diye bir umudun peşinden koştunuz mu siz? Ben koştum...

Hepsinde de bir boşluk ve hepsinde de bir yitirilmişlik var. Neler kaybetmedik ki? Bir Neşet türküsünde nota, bir Müslüm şarkısında makam yitirdik. Hep bir yalnızlık ve hep bir hüzün düştü payımıza. Üç otuz para etmeyecek ibnelerin halinden anladık da, ağızlarından boşalan salyalara kurban edildik. Siz kimdiniz sahi, kim olabilirdiniz? Piç cahilliklerinizle büyük fikirleri yenebildiğinizi sandınız, oysa koskoca bir bok böceğinden farksızdınız.

Ey zamanı yaşayıp bizleri yokluğunla sınayan Tanrı, yokluğundan o kadar eminim ki, var olsan bile varlığından utanırsın. Yine de sana sesleniyorum, yine de sana çatıyorum:

Gel hey güzel yarınların sarhoş tanrısı,

Gel hey meze ol şarabımın tortusuna!

Varlığın ne ola ki, yokluğun ne olmuş, 

Gel, var olmasan da Tanrısın yokluklar ülkesinde. 

Yorum Yok

Fernweh...



O, sıradan bir adamdı. Sıradan bir işi, sıradan zevkleri ve sıradan korkuları vardı. Camel içerdi, sigaraya onunla başlamıştı çünkü. Hayatı ev ile iş arasında sürünür, bunu da gayet doğal bulurdu. Herkesin yaşamı böyle değil miydi zaten? Akşamları televizyon karşısında pinekler, kahve içer ya da birkaç mevsimlik meyve atıştırırdı. Televizyonunda hepi topu 3 kanal kayıtlıydı. TRT 1 ve 2 tane belgesel kanalı. En büyük takıntısı buydu belki de, milyarlar verip televizyon almıştı ama kanal seçimleri değişmemişti. En büyük korkusu da köpeklerdi. Uzaktan ve sarhoşken onları çok sever, normal zamanlarda köpeklerden korkardı. Bir de asla arabasının yakıtını eksiltmezdi. Her işten dönüşünde deposunu doldururdu.

İş yerinde nasıl olduysa boş vakti olmuştu o gün ve internette aylak aylak dolanırken birkaç gezi yazısı okumuştu. Anlamdıramadığı duygular içini kemirmeye başlamış, bir şeyler hissetmişti. Özlem oldukça yabancı bir duyguydu onun için ve ne hissettiğini bir müddet kestiremedi. Anlamsız duygularının özlem olduğunu anladı. Neye özlemdi bu, nereden çıkmıştı ki? Bir kadına, aile bireyine ya da bir nesneye özlem duymuyordu ama dindiremeyeceği şekilde güçlü bir özlem duyuyordu.

Gün boyunca bu anlamsız özlem içini kemirmiş ve eve dönmüştü. Televizyonu açmadı, kahve demlemedi ve meyve de atıştırmadı. Durmaksızın neye özlem duyduğunu düşündü. Her zaman sorunsuzca uyumasına rağmen uyuyamadı da. Gün başladığında hiç uyumadığı halde giyindi ve işe gitti. İçini kemiren özlemle kıvranıp dururken mesaisini de umarsızca bitirmişti.

İşten çıktıktan sonra ne yaptığının farkında değildi ama tek bildiği bu anlamsızlığı anlamdırması gerektiğiydi. Eve gitmedi, buluşup konuşabileceği herhangi bir arkadaşı da yoktu. Kendini müziğe kaptırmış, şeritlerin yanından geçişini izliyor ve yolun onu uzaklaştırmasına izin veriyordu. "Edirne 90" tabelasını görünce şaşırdı, Ankara'da yaşıyordu ve buraya gelmiş olması için yaklaşık 600 km yol gitmiş olması gerekiyordu.

Arabayı yoldaki ceplerden birine çekti ve arabadan indi. Hava oldukça soğuktu, saat gece yarısını geçeli de hayli zaman olmuştu. Bir sigara yaktı ve içindeki özlem duygusunun dindiğini hissetti. "Fernweh... Evet ya, fernweh..." dedi. Uzakları özlemişti ve şimdi uzaklardaydı. Telefonunu kapattı, konaklamak için Edirne'ye gitmeye karar verdi. Artık hep uzaklarda yaşayan ve uzaklara giden olacaktı.

Yorum Yok

Bok

Ekselansları entelijansiyanın mahrum olduğu zevklerden yakındılar ve evet, haklıydılar. Şöyle buyurdular:

- Ah gözü kör olmayasıca entelijansiya. Fularımın renginde boğulası avam aşıklarına mı dönüşüyoruz yoksa? Nedir bu ilkel birliktelik dürtüsü? Kuzum, insan insana aşık mı olur hiç? Yüce duygular böyle alçakça kirletilmemeli! Müzikler ruhsuz, tablolar arabesk ve tiyatro çok salaş. Eski entelijansiyanın bilgeliği bulaşmamış sizlere ve bu yüzden zevksinizsiniz; gelin şöyle sizi eğiteceğim. Sizleri zevk sahibi kılacağım.

Ve ekselansları bizi eğittiler ve bizi zevk sahibi kıldılar. İçinden bok çıkan varlıkların birbirlerine aşık olmasının saçmalığını çözümlediğimizde ve bunu özümsediğimizde anladık ki, bizler de birer bokuz. Bokun boka sevdasının götü boklu yaratıkları olarak kendimizden utandık. Ayrışıyoruz, bölünüyoruz, uzaklaşıyoruz. Bohem yaşamın sevdasında fethedilmemiş ütopyalar yaratan ekselanslarının askerleriyiz.

Giydiğimiz kürkler yetersiz, daha fazla giyineceğiz. Kimse özümüzü görmemeli, kapanmalıyız. Yetmemeli yaratmalar, yeni boşluklara farklı anlamlar kazandırmalıyız. Ekselanslarının buyurduğu gibi, daha da doldurmalıyız yaşamı. O saf, o çıplak ve o evrimini tamamlayamamış eksik atamızı uyandırıp seyrettirmeliyiz halimizi. Biraz da o anlatmalı bize:

- Gua gua abua, ogo ogo nigaga!

Yorum Yok

Güzelceye umut...

Hüznü dar sokaklardan taştı şehrin ve yüklendi bir delikanlının omuzlarına. Kargacık burgacık kaldırımlarda özenilmiş bir çirkinlik çarptı gözlere ve yıkıldı gitti bir güzelcenin yanaklarında. Sordu delikanlı:

- Kaçadır mutluluk matmazel?

Cevap bulamadı. Delikanlı, aksaklıkların Timur olup fethettiği her zerrede yalnızlık kuşandı fakat bir şairin puslu mısrası olamadı. Bir muamma, bir dilemma, bir hiç ya da hiçbir dolandı dudaklarına. "Cep delik, cepken delik" dedi, dedi de inanamadı; "Orhan Veli misin be kardeşlik?".

Sırça köşklerde büyümüş bir güzelce, tüm çirkinliklerin yanaklarında söndüğü. Pembe bir aidiyet, gülce bir koku, duyumsanmamış bir alınganlık... Kor düştü delikanlının yüreğine, tutuştu güzelcenin eteklerinin ucunda, yandı; kimse görmedi. Yürüdü yokluk caddelerinde ve koştu unutmaya; başaramadı. Bir Cem Karaca şarkısı çaldı, işçiydi ve işçi kaldı. Bir tulum, bir kırık ayna, yarınsız geceler içerisinde boğuldu.

Güzelce yanaştı delikanlıya, ağladı omuzlarında. Bir muamma, bir dilemma... Sustu delikanlı.  Ortaçağ'dan beri yankılanan masalsı aşkları, aşksı masalları dinledi. Hiçbiri kendini, hepsi onu anlatıyordu. Dinledi ve yuttu. Hissizliğin galip geleceği son savaşta mağlup oldu ve yitti.

Taşa tekme, göğe kafa attı. Taş ağır, gök uzak ve yalnızlık yanıbaşında. Kolkola girdiler birbirlerinden habersiz ve taşa tekme, göğe kafa attılar. Taş utandı gitti güzel memleketlere, gök kaçtı gitti güneşli sahillere. Sokaklarından hüzün taşan şehir bir kez daha yüklendi omuzlarına ve bu kez yıkmak istercesine. Delikanlı dayanamadı, söylendi:

"iki yılda
             ikiyüz yıl yaşadım
tattım iki yılda daniskasını
                      acının
                          umudun
                               ve kızgınlığın
ağaçlar birbenbire yaşlı
aynalar birdenbire eski
sokaklar birdenbire ters
birdenbire kayıp gitmiş gibi altımdan toprak
iki yılda
ikiyüz yıl yaşlandım"

Yorum Yok

Kent Bana Yabancı

Kızgın asfaltın üzerinde dörtlülerini yakmış bir araba ve arabanın içerisinde öğlen sıcağına küfrederek sigara içen bir adam. Beklediği her neyse hiç gelmeyecek sanki, suratında öyle bir öfke.

Darmadağın saçlarına vurdumduymazlık işlemiş ve kulaklığında çalan şarkıya aldırmayan bir kız. Yürüdüğü yolun sonunun nereye varacağını hiç bilmiyor sanki, suratında öyle bir tanımsızlık.

Ben ise beynimin içerisinde çalan bir Azer Bülbül şarkısına hapsolmuşum; başaramadım. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum, 30 yıldır yağmur yağmamış ve bir 30 yıl daha yağmayacak gibi bir gökyüzü. Sahi, kaç kere yağmur yağmalı ekinlerin yetişmesi için? Peki, ne kadar yakmalı güneş yeşil ekinleri kurumaları için?

Sola dönüyorum, esnaf dükkan önünde tavla oynuyor; "Ulan, o zar atılır mı be! Hiç mi insafın yok senin?". Ah be dayı, zar bile artık kemik değil plastik; kime neyi anlatıyorsun? Soğuk su 50 kuruş, saat 15.42. Başka bir esnaf yola su serpiyor; fakat kimsenin umurunda değil. Dolmuş şoförü bitkin, kolunu camdan sarkıtmış ağır ağır ilerlerken yoldan müşteri toplama derdinde.

Ben ise amaçsız yürüyorum; ağaçlar yeşil, gökyüzü mavi, asfalt kara, sıcak renksiz, kent bana yabancı. Peki ya hafızam yanılıyor olamaz mı? Burada çocukken de yürümüştüm ben oysa. Karşı asfaltta bir çift yürüyor; ilk buluşmalarının heyecanı yüzlerine yansımış. Oğlan gürbüz, kız biraz utangaç ama yaşlı teyze umursamaz; elindeki poşetin ağırlığından başka duyumsadığı hiçbir şey yok.

Ben ise yürümeye devam ediyorum; ağır abi raconuyla yürüyen iki delikanlı omuz vursalar beni devirecekler. Yürekleri kocaman ikisinin de; yıkamayacakları adam, bükemeyecekleri bilek yok. Yine de bir durağanlık çökmüş her yana, delikanlıların cakaları boşa. Camiden çıkan ihtiyar Tanrı'ya şükrediyor; ömrü olmuş 70.

Ben ise oturuyorum bir gölgeliğe; kent bana yabancı. Sigaranın dumanı gözümü yakıyor, kendimle dalaşıyorum, kendime yeniliyorum ama galip benim. Kent bana yabancı ama yine de gidemiyorum. Gölge güzel ama çay yok. Kent bana hala yabancı, fakat duyan yok. Kent, sıkıcı. Ben ise ıslık çalıp uzaklaşıyorum.

Etiketler , , , , , | Yorum Yok

10 Yaşında Bir Çocuk

10 yaşında bir çocuk, kıpır kıpır. Berberden çıkıp eve dönerken arabaların camlarından yansıyan görüntüsüne hayran kalıp bir hevesle eve geliyor. İstediği çok bir şey yok; annesi yeni kestirdiği saçlarını beğensin, babası da "ne de yakışıklısın be oğlum" desin istiyor. 10 yaşında bir çocuk, içi dışı bir. Kimsenin umurunda değil ama karşıdan karşıya geçerken önce soluna, sonra sağına sonra tekrar soluna bakıyor. Meselesi soldan gelen telaşlı arabanın altında kalmamak değil, kurallara uyuyor diye takdir edilmek istiyor.

10 yaşında bir çocuk, hem annesine hem babasına benziyor. Mahalle berberine ilk kez gitmiş, içi titriyor sevinçten. Annesi beğeniyor saçlarını, babası başını okşayıp öpüyor. 10 yaşında bir çocuk, mutlu. Ekmek istiyor annesi, koşarak gidiyor bakkala. "Bakkal amca, 2 ekmek bir kısa Tekel 2000, paranın üzerine de iki sakız" diyor, alıyor. 10 yaşında bir çocuk, gecekondu mahallesinde tek başına yürüyor. Sokakta köpekler mutlu, plastik toplar uçuşkan, kızlar beş taşçı, gençler atılgan.

10 yaşında bir çocuk, haberi yok arabeskten. Barış Manço seviyor 7'den 77'ye ve biliyor adam olacak. Taze ekmeğin ucundan kırpıp yiyor biraz, tadına doyamıyor bir kırpık daha alıyor. Kırpık ekmekle beraber sıcacık mercimek çorbası içiyorlar. Annesi, babası ve çocuk; toklar. Haberlerden sonra iki bardak tavşan kanı çay, bir bardak portakal aromalı gazoz geliyor, içiyorlar. 10 yaşında bir çocuk, haberleri anlamıyor.

Elektrikler kesiliyor, sular tankerle geliyor mahalleye ve televizyon çekmiyor. 10 yaşında bir çocuk, mahalle takımının yedek kalecisi. Kimisi Aykut, kimisi Oğuz, kimisi kendisi ama hepsi iyi futbolcu. Top taşın üstünden uçuyor "Direk lan valla direk" diyor mahalle takımının yedek kalecisi. 10 yaşında bir çocuk, doğru söylediğine inandıramıyor. "Gol ulan işte, boru gibi gol".

27 yaşında bir adam, neyin ne olduğunu biliyor. Zor uyanmış hayata, canhıraş üzerini giyiniyor. Sokak sarı, hava gri, anne-baba uykuda ve 10 yaşında bir çocuk yok. Günün ilk sigarası acı, kahvesi şekersiz, apartman rutubet kokulu. 27 yaşında bir adam, hayatını tüketmek için bir adım daha atıyor. Sağına soluna bakmadan karşıya geçiyor, ne ölüm ne de takdir edilmek umurunda.

27 yaşında bir adam, hiç mutlu değil. Şurada gol yememiş, orada misket oynamamış, şu gecekondunun çamuruna bulaşmamış, hiç şeker toplamamış, mantar tabancası sıkmamış, leblebi tozu yutmamış ve hiç çocuk olmamış. 27 yaşında bir adam, kararsız. Bir var mıymış yoksa yok muymuş? Bir yokmuş. Sanırım.

- Bakkal, bir Tekel 2000 versene.

Yorum Yok

Ankara Sıkılmışlığı XIII (Alper)

Alper, bir ailenin bir çocuğuydu. Ailesi Gölbaşı'nın yerlisi ve toprak zenginiydi. 1.85 boylarında, kumral, yeşil gözlü, 100 kilo civarında bir babayiğitti Alper. Babası Cafer Bey ise iki dönem üst üste Gölbaşı Belediye başkanlığı yapmasına rağmen, Ankara kulislerinde en az bir bakan kadar etkin ve tanınmış biriydi. Alper hiç özel okula gitmedi. İlkokul ve liseyi devlet okulunda okudu. Babası Cafer Bey de oğlunun eğitiminin bu yönde olması gerektiğine inanan tipik bir İç Anadolu aile babasıydı.

Cafer Bey, toprağına toprak, varlığına varlık katmak isteyen cimri fakat sözünün eri bir adamdı. Cafer Bey'in eşi Raziye Alper'in doğumu sırasında ölmüş ve Cafer Bey ondan sonra bir daha evlenmemişti. Haliyle Alper dışarıda başına buyruk, evdeyse babasına karşı ezik büyümüş, bu da onu haşarı bir çocuk yapmıştı. Yine de Alper lisede okurken babası onu bol bol yanında gezdirir nüfuzlu arkadaşlarıyla tanıştırırdı. Cafer Bey 57 yaşına geldiğinden öldüğünde oğluna sağlam bir çevre bırakmak için artık her gününü neredeyse Alper'e ayırıyordu.

Cafer Bey Alper‘i, liseyi bitirir bitirmez Gölbaşı'nın bir köyünden oldukça güzel Gülsüm adlı bir kızla evlendirdi. Alper askere gidip gelince de tüm işleri oğluna bıraktı; arsaların, dairelerin ve aile şirketinin başına Alper geçmişti ama kontrol mekanizması hala Cafer Bey'in elindeydi. Cafer Bey etkin bir şekilde Alper'i önemli kişilerle tanıştırıyor ve ona işini nasıl yapacağını öğretiyordu. 

Bir nevi danışmanlık şirketleri vardı. Cafer Bey yeni yetme iş adamlarına ön ayak olup onların işleri halletmesine yardımcı oluyor ve karşılığında da payını alıyordu. Alper'i de aynı şekilde yetiştirmişti fakat Alper bu kadarla yetinmek istemiyordu. Cafer Bey sadece Gölbaşı ve Dikmen çevresinde etkin olmayı tercih ediyor, gücü yettiği halde başka yerlere hiç karışmıyordu.

Cafer Bey 65 yaşında karaciğer kanserinden vefat edince Alper işleri büyütmeye karar vermiş ve Gölbaşı ilçe merkezinde bulunan şirketi Kızılay'a taşımıştı. Cafer Bey ölmeden önce hem çocuğunu tam anlamıyla yetiştirmiş, hem mürüvvetini görmüş hem de torun sevmişti. Alper'in Gülsüm'den 2 kız çocuğu olmuştu; büyük kızın adı Raziye, küçük kızın adı ise Ceyda'ydı.

Ceyda hem Yunus hem de Alper'in beraber aşık olup paylaşamadıkları kızdı. Sonrasında da birbirlerine düşmemek için bu konuyu Ceyda'ya hiç açmamışlar ve bu konuda birbirlerini kandırmayacaklarına yemin etmişlerdi. Alper, kızına Ceyda ismini vererek onu aklından silemediği gerçeğini ve ömür boyu sevebileceği bir Ceyda'yı var etme isteğini gösteriyordu.

Lisede Alper çok haşarı bir çocuk olduğundan lise 1. sınıfta okuldan uzaklaştırma almış ve Cafer Bey de onu Gölbaşı Lisesi'nden alarak Dikmen Lisesi'ne vermişti. Alper ile Yunus'un tanışması da orada başlıyordu. Yunus uzun boylu olduğundan en arka sırada oturuyordu ve Alper de sınıfa gelir gelmez yalnız oturan Yunus'un yanına oturmuştu.

Lisede başlayan arkadaşlık mezuniyetten sonra zayıflamış ve askerlikle beraber bu bağ tamamen kopmuştu. Aradan yıllar geçtikten sonra Alper ile Yunus Kızılay'da karşılaşmışlar ve kopan bağ zayıf da olsa bir şekilde tekrar bağlanmıştı.

Alper her ne kadar patavatsız ve kaba olsa da her zaman sözüne güvenilir bir insandı. Verdiği sözü tutmadığı hiç vaki değildi. Bunu da babası Cafer Bey'den öğrenmişti. Yunus'u ikna edip işe başlatan da belki Alper'in bu özelliğiydi. Yine de Alper çevresi ve imkanları dahilinde Yunus'a muhtaç olacak bir konumda değildi. Yunus'un annesi vefat ettiğinde cenazesine bile katılmamış olmasına rağmen aylar sonra yanına gidip kendisine iş teklif etmeye çekinmeyecek bir karakterdeydi. Alper için iş ve para dünyada var olan tüm gerçekliklerin üzerinde yer alan tek gerçeklikti. İnsanlar bunu fark edemedikleri için mutsuz, başarısız ve beş parasızdılar.

Alper için tek gerçeklik paraydı. Okul hayatı boyunca notları konusunda hiç hırslı davranmasa da, para söz konusu olduğunda tepeden tırnağa hırsla dolardı. Öyle hırslıydı ki, çantasında düzinelerce kalem ve uç taşır, kalemleri kiralar ve ucu da satardı. Sınıfta kendisine uç lobisi bile kurmuştu. Öğrenciler ondan çekindiğinden birbirlerinden uç ödünç almazlar ama uç almaya mecbur kaldıklarında Alper'den alırlardı. Kiraladığı kalemlerden sınav haftalarında 20 lira kazandığı bile olurdu.

Tüm gerçekliği para olmasına rağmen Alper Ramazan ayında mutlaka orucunu tutar, cuma namazlarını kaçırmaz, zekatını verir ve kurbanını keserdi. Hac vazifesini gerçekleştirmek için yaşlanmayı bekliyordu, çünkü içkiyi bırakmayı göze alamazdı. Hacca gidip gelmek demek 5 vakit namaz kılmak ve içkiyi bırakmak demekti; günahlardan arınmak demekti. Bir tüccar mantığıyla bakıldığında ise günahlar birikmeden günahtan arınmak müsriflik olacağından, Alper hac işini geciktiriyordu.

Gülsüm de din konusunda tıpkı Alper gibi düşünüyordu. Türbanlı olmasına rağmen dedikodudan geri kalmayan, övünmekten vazgeçemeyen bir insandı. Kendi güzelliğinden bahsetmeyi çok sever ve yaptığı yemekleri övmeden edemezdi. Hayatında hiç sigara ve alkol kullanmamasına rağmen Alper'in içki-sigara alışkanlığına ses etmez, sadece eve girecek parayla ilgilenirdi. Çocukları onun en büyük uğraşıydı. Alper ise evinin direği olmasına rağmen hayatında çok büyük yer teşkil etmiyordu. Ne Alper Gülsüm'ü seviyor ne de Gülsüm Alper'i seviyordu. Aralarında aşk, sevgi namına hiçbir şey yoktu. Topluma iyi aile rolü kesmek başlıca görevleriydi ve bunu çok iyi beceriyorlardı. Alper, çocuklarını paraya boğmanın yapılabilecek en iyi babalık olduğunu düşünüyor ve öyle davranıyordu. Gülsüm de bundan şikayetçi olmamakla beraber çok da memnundu.

Yeni dünya düzeninin tüm dünya ve Türkiye'de yarattığı yeni aile buydu. Herkes rol yaptığını bildiği halde gerçeği yaşıyormuş gibi davranıyor ve bunu belli etmiyordu.

Etiketler , , , , , | Yorum Yok