Archive for Ocak 2014

Ankara Sıkılmışlığı IX

Uyandığında gün çoktan ikindi olmuştu. Telefonuna baktı ve tahmin ettiği gibi Alper'den olan 3 cevapsız aramayı gördü. Televizyonun karşısında uyumuştu yine. Alper'i arayıp hasta olduğunu, gece uyuyamadığını ve telefonu da duymadığını söyledi. Alper, Yunus'a 2 gün daha izin verdi ve bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu. Yunus bir şeye ihtiyacı olmadığını ama bir işçiyle büronun otoparkında kalan arabasını yollamasını istedi. 1 saat içerisinde arabayı getirmişti bir işçi.

Araba gelince Yunus da dışarıya çıkıp bir şeyler yemeye karar verdi. Bir esnaf lokantasında çorba içtikten sonra arabayla amaçsızsa Ankara sokaklarında dolandı. Sonra aklına Leyla geldi. Eğer Leyla'yı bulursa bir şekilde Ceyda'nın da izini bulabileceğini bildiğinden, aceleyle arabasını Leyla'nın çalıştığı eczaneye doğru sürmeye başladı. Eczane Vedat Dalokay Caddesi'ndeydi.

Eczanedeki kalabalığı görünce şaşırdı önce Yunus ama içeriye herhangi bir müşteri gibi girip Leyla'dan ağrı kesici istedi. Leyla, Yunus'u önce tanımadı fakat Yunus "Leyla, beni tanımadın mı?" deyince çıkartabildi Yunus'u. Özel bir şey soracağını ve müsait olup olmadığını sordu Leyla'ya. Leyla müsait olduğunu söyleyip dışarı çıkmayı ve birer sigara içmeyi teklif etti. Yunus, aklında Ceyda ile ilgili ne kadar soru varsa sordu ama en az 6 aydır Leyla ile Ceyda görüşmemişlerdi. Yine de Ceyda'nın evlenip boşandığını, şimdi bir sigorta şirketinde çalıştığını ve annesi ile babasının trafik kazasında vefat etmesinden sonra küçük kardeşine baktığını öğrendi. Maddi olarak çok zorluk çekiyordu Ceyda ve bu Yunus'u çok üzdü. Leyla'ya onu nerede bulabileceğini sordu ve bir adres aldı.

Büyük bir heyecanla Etimesgut'a gidiyordu, Ceyda oraya taşınmıştı. Ceyda işte bile olsa kardeşine not bırakıp kendisini aramasını isteyebilirdi. Bu Ceyda ile yüzyüze görüşmekten daha basit geliyordu kendisine ve rahatlatıyordu da. Adresi birkaç kez taksicilere sorarak anca bulabildi. Ceyda'nın oturduğu binaya ulaşınca heyecanla arabadan indi ve binanın içerisine daldı. Zile bastı ama açan olmadı. Birkaç dakika bekledikten sonra yan dairenin ziline basarak Ceyda ve kardeşini sordu. Uzun bir kimsin-nesin sorgusuna muhattap olduktan sonra Ceyda'nın oradan taşındığını öğrendi. Komşusu nereye taşındığını bilmiyordu ve "En iyisi mi sen muhtara sor evladım" dedi.

Muhtarlığa vardığında muhtar ve bir arkadaşı içeride tavla oynuyorlardı. Yunus derdini anlattı. Muhtar isteksiz bir şekilde yakın gözlüklerini takıp acemi hareketlerle bilgisayarın klavyesinde Ceyda'nın ismini yazdı. Yunus kalp krizi geçirecekti neredeyse. "Adresleri aynı görünüyor, herhangi bir adres değişikliğini bildirmemişler" dedi. Yunus onları tanıyan birilerinin olup olmadığını sordu ama muhtar "1 yıldır burada yaşıyordu zaten, pek kimseyle konuşmazdı. İşe gidip gelirdi." deyince Yunus "Peki, kardeşi? Öğretmeni falan tanıyordur en azından" dedi. Muhtar Ceyda'nın kardeşi olmadığını, onun burada tek başına yaşadığını söyledi.

Yunus büyük bir hayal kırıklığı ile mahalleden ayrıldı ve eve dönerken de Eskişehir yolunda akşam trafiğine yakalandı. Eve gitmek neredeyse 2 saatini almıştı ve eve geldiğinde bitkindi. Bir pide söyledi eve varınca ve ocağa da çay koydu. Ceyda'yı ne pahasına olursa olsun bulacak ve bir daha asla içki içmeyecekti. İşini kaybetmeye ve yine çöplüğe gömülmeye razı değildi.


Etiketler , , , , , | Yorum Yok

Ankara Sıkılmışlığı VIII

Yunus, aradan geçen birkaç ayda işe iyice alışmıştı. Tüm gün kendine verilen odada oturuyor, arasıra da çıkıp işçilerle sohbet ediyordu. Hiç çalışmadan bu kadar çok para kazanmasını hiç sorgulamıyordu; çünkü yaşantısı beklediğinden de fazla düzene girmişti. Kendisine araba almış, evindeki eşyaları yenilemiş ve kendi zevkine göre evi tekrar dizayn etmişti. Hayat buydu ve böyle olmalıydı zaten.

Bazen iş yerinde sıkılıyor ve Ankara sokaklarında gezintiye çıkıyordu. Bugün de o günlerden birisiydi. Şirketten çıkınca önce Meşrutiyet Caddesi'nde biraz yürüdü Yunus. Aşağıya, Kızılay Meydanı'na doğru ilerledi. Arabaların işgâl ettiği, insanların tavuklar gibi arabalardan kaçıştığı bir yere meydan deniliyordu ve Yunus bunu hiç aklına bile getirmemişti. Şimdi de getirmedi. Meydana varmadan Konur Sokak'a girip bir bira içmeye karar verdi.

Konur Sokak, barlarıyla eski ünlü barlar mekânı Sakarya Caddesi'nin tahtını elinden almıştı. İnsanların barları, cafeleri dolup dolup boşalttıkları, sokaklarında birbirlerine çarpmamak için dans edercesine yürüdükleri Konur Sokak sanki Ankara'nın bir minyatürü gibi görünüyordu. Kenarındaki ateşli solcular, Mülkiyeliler Birliği, gül satan çocuklar, termosunu alıp gelmiş gül satan çocuklarının başını bekleyen anneler, metalci gençler, yol üstünden geçerken bir bara oturup bira içen insanlar ve daha nicesi.

Yunus da herhangi bir bara oturup bir bira söyledi. Her ne kadar tek başına barlarda oturmaktan nefret etse de bugün canı böyle bir değişiklik istemişti. Eski günlerin etkisini üzerinden atamamakla ilgili olsa gerek, bir birayı bitirince arka arkaya birkaç bira daha içti. Kravatını fark edince işe gitmesi gerektiğini hatırladı ama Alper'e bir telefon açarak gelemeyeceğini söyledi. Alper umursamadı bile "Yarın erken gel" dedi ve telefonu kapattı.

Artık Ankara'da gün bitmiş, mesailerini bitiren insanlar sokakları doldurmuşlardı. Yunus bardan kalktı ama sendeleyerek yürüyebiliyordu. Alper'in kendisini gelip aldığı günden bu yana ilk defa içmişti. Aklına Ceyda geldi. Niye aramış olabilirdi ki onu? Telefonunu karıştırdı ama özelden aranmıştı. Bilinmeyen numaralar servisini arayıp Ceyda'nın ismini verdi ama oradan da sonuç alamadı. Karanfil Sokak'a varınca acıktığını hissetti ve bir iskenderciye oturdu. Bir çorba içip üzerine iskender yedikten sonra kalktı. Yemek yemek sarhoşluğunu az da olsa almıştı.

Sokağa çıktığında aklında olan tek şey Ceyda'ydı. Parası vardı artık, çalışıyordu ve mutluydu. Tek eksiği dünyasını birleştireceği bir kadındı. Ceyda'ydı bu onun için çünkü aylardır kafasında onun hayali vardı. Karanfil Sokak'tan Meşrutiyet Caddesi'ne doğru yürürken sağ tarafında kalan kırmızı tabelalı bir simitçiye gözü çarptı. Gördüğü Ceyda'ydı. Tekrar baktı ve evet Ceyda oradaydı. Bir masada 3 erkek 3 kız şeklinde oturmuş, neşeli bir halde çay içiyorlardı. Biraz önce tüm cesaretiyle onu aramak isteyen kendisi değilmiş gibi donup kaldı sokağın ortasında. Gözlerini cafeden ayıramazken yoldan geçen bir genç Yunus'un omzuna çarptı ve "Yolun ortasında ne duruyorsun be kardeşim" dedi. Yunus hiç ses çıkartmadan ve kaç dakikadır orada bakakaldığını anlayamadan Meşrutiyet Caddesi'ne doğru yürümeye devam etti.

Meşrutiyet Caddesi'nde bir taksi çevirdi ve eve varmadan taksiyi bir tekelin önünde durdurarak birkaç bira satın aldı. Ölesiye içmek istiyordu. Eve vardığında umutsuzluk içerisinde kıvrandığı günleri anımsadı ve hiç yabancılık çekmeden tekrar koca, kapkaranlık bir umutsuzluğun içerisine gömülerek televizyon ışığında içmeye başladı.

Etiketler , , , , , | Yorum Yok

Ankara Sıkılmışlığı VII

Yunus son parasını da bitirmiş evde aylak aylak oturuyordu. Evi satılığa çıkarrtı ve beklemeye koyuldu. Ucuz kiralı bir 1+1 daire tutup yaşamını orada sürdürecekti. Elindeki parayla 5 yıl idare edebileceğini hesaplayan Yunus, sonrasını da hiç ama hiç düşünmüyordu.

Alper, konuştukları gibi söz verdiği günde geldi. Yunus yine ona aldırmıyor ve çalışmayacağım diye diretiyordu ama Alper'e söz anlatmak devenin hendek atlmasını çocuk oyuncağı kılardı. "Kalk lan lale. Lamı cimi yok. Önce bilgisayarın başına geçip ilanı siliyoruz. Paraya mı ihtiyacın var? İşte sana 2000 TL avans. İlk maaşın yerine falan değil, sadece işe başlayacağın için. Sonra da hamama gidiyoruz. Bak duruyor daha, kalksana oğlum!" deyip kolundan tutup kaldırdı Yunus'u Alper.

Evden çıktıklarında Yunus satılık ilanını silmiş, bilinci kapalı bir şekilde Alper'in yanında hamama sürükleniyordu. Hamamda yıkanınca önce rahatladı ve uykunun bastırmasıyla da nedensiz bir neşe kapladı yüreğini. Alper yine ileri-geri konuşuyor, Yunus yine dinlemiyordu. Bir berberin önünde durdu ve "Bi de kırptıralım be oğlum seni, insana benze" dedi. Yunus belki de aylar sonra ilk defa gülümsüyordu. İçeriye girdiler, sıra çok olduğundan su üstüne su çekilmiş demlikten çıkan sarı-beyaz arası sıvıyı içtiler. Sıra Yunus'a geldiğinde Alper "Özkan abi, eşek traşı yap la bunu. Yok yok, tren yolu yap en iyisi" diyerek kendi kendine bir kahkaha patlattı. Yunus'un da keyfi yerine gelmişti. Saçı sakalı gidince kendini tanımakta zorluk çekse de yeni halini beğendi ve anlamsız bir sırıtmayla kalktı koltuktan. "Ne sırıtıyon la pişmiş kelle gibi?" diye yine takıldı Yunus'a arkadaşı.

Berberden sonra bir esnaf lokantasında yemek yeyip büroya geçtiler. Kızılay'ın herhangi bir binasının 4. katındaydı büro. Tüm kat Alper'in yeni kurduğu şirkete aitti. Alper, liseden sonra üniversite okumamıştı ama ailesi Gölbaşı'nda toprak zenginiydi. Zaten bu katı o sayede satın alıp o sayede de bir iş kurmuştu. Yunus, şirkette ne iş yapıldığını çözemedi. Alper'in odasına geçtiler. Alper bir şeyler anlattı ama içerisinde işle ilgili hiçbir şey yoktu. Yunus "Ne iş yapılıyor lan burada anlatsana?" diye sordu fakat Alper "Lan oğlum boşver, sen benim yardımcımsın işte. Şirket benim olduğu kadar da senin. Ben olmadığım zaman bu eşeklere patronluk yapacaksın. Zamanla zaten neyin ne olduğunu çözersin. Sana özel oda bile var lan. Bu arada maaşın da 3.500 TL olacak. Kabul mü?" diye sordu. Yunus gülümsedi ve kafa salladı.

Alper Yunus'a odasını gösterdi ve "Aç bilgisayarı feys meys takıl oğlum işte onu da mı ben diyim? Bak telefondan 04'ü ararsan çaycıya bağlanırsın. Çay-kahve-kola ne istersen var. Hepsi şirketten, bayılana kadar iç ulan ayı" deyip bir kahkaha daha patlattı. Yunus, akşama kadar odada tek başına bilgisayar başında vakit geçirdi ve Alper kapıyı açıp onu eve götüreceğini söylemese sabaha kadar da orada kalabilirdi.

Arabaya bindiklerinde Alper yine tüm patavatsızlığıyla "Bak yarın takım giyecen tamam mı? Takımın yoksa gidek alak, he? Görgüsüzsün oğlum sen liseden sonra hiç kravat bağlamamışsındır." dedi ve Yunus'un konuşmasına fırsat vermeden "Sabah yine alırım seni ama bu kez saat 8'de hazır ol. Hamam mamam da yok, kendi duşunu kendin al. Al bu da 2000 TL avansın. Paraya sıkışırsan söyle yeter. Maaş göstermelik, her zaman kredin var senin" diyerek tamamladı.

Yunus'un evinin önüne gelene kadar Alper yine hiç susmadan konuştu. E tabii Yunus yine hiç durmadan dinlemedi. Eve varıp kapıdan içeri girince içerinin pisliği Yunus'u şoke etti. Kendisinin orada nasıl yaşadığına inanamadı. Saate baktı, daha 7'ydi. Hanife'ye çıktı ve bir temizlikçi numarası aldı. Temizlikçiyi arayıp anahtarı Hanife'ye bırakacağını, yarın gelip evi temizlemesini istedi.

Bir kahve yaptı kendisine ve televizyonun karşısına kuruldu. Televizyon izlerken gereksiz bir şekilde sırıttığını hissetti ve Alper'in pişmiş kelle esprisini hatırlayıp saçma bir kahkaha attı. Evet, aylar sonra Yunus ilk defa mutluydu ve hayata tutunmuştu. "Alper" dedi içinden "Hayatımı kurtardın be oğlum!".

Etiketler , , , , , | Yorum Yok

Ankara Sıkılmışlığı VI

Münevver Abla'nın ölümünün üzerinden 3 ay geçmişti. Yunus tam bir sefalet içerisinde yaşıyordu. Sipariş edilmiş yemek artıkları, boş şişeler, toz evin içerisinde ve saç ile sakal Yunus'un sıfatında birbirine karışmıştı.

Annesinin ölümünün üzerine Yunus hayat ile olan tüm bağlarını kopartmıştı. Evden çıkmamak mümkün olsa hiç çıkmazdı ve zaten bunu minimuma indirmişti. Karton karton sigara, kasa kasa bira alıyor ve alışverişini de tek seferde toplu bir şekilde yapıyordu. Ev, kendisini kapattığı bir hapishaneye dönüşmüştü. Bir ay süren taziye ziyaretleri ve telefonlarından sonra zaten hiç arayan soranı da olmamıştı. Bu duruma hiç aldırmıyordu Yunus; hatta öyle ki böyle bir şeyi düşünmek bile aklının ucundan geçmiyordu.

Annesinin bankada biriktirdiği para bitmişti. Yunus bunu da hiç düşünmüyordu ve tembellik her yanına sinmişti. Oblomov'u tanımıyordu ama tembellik yarışması düzenlense Oblomov'u bile yenebilirdi.Televizyon yine tüm gece açık kalmış ve televizyondaki aptalca bir reklamın sesiyle uyanmıştı. Kış geldiğinden günler kısaydı ve Yunus neredeyse gün ışığını hiç görmüyordu. Sabah gün doğana kadar oturuyor ve genelde akşam ezanı ile uyanıyordu. Zaten ruhsal çöküntüde olan Yunus kendi kendini öldürüyordu böylece.

Kalktı ve elini yüzünü bile yıkamadan sigara yaktı. Ağzına kadar dolu olan küllüğü boşaltmıyordu bile ve sigarası bitince izmariti sığdırabileceği bir boşluk aradı kültablasında. Sigarayı söndürünce masasının üzerinde kalan son parası gözüne çarptı. Hepi topu 100 lirası kalmıştı ve bu son parasıydı. Aldırmadı; telefon edip bir çorba sipariş etti ve bir sigara daha yaktı.

Alelacele çorbasını içip televizyonun karşısına kuruldu. Duvarlarla konuşmasını engelleyen tek şey televizyondu. Saat 18.00 haberlerine denk geldi ve her habere sesli bir şekilde yorum yaptı. Haberlerin bitmesiyle beraber zilin çaldığını duydu ama aldırmadı, birkaç seferdir böyle zil sesi duyuyor ama gerçekte zil falan çalmıyordu. "Yine hayali hayranlarım geldi" diye mırıldandı fakat zil tekrar çaldı. "Bu sefer ısrarcı köftehorlar" dedi ama zil sesinin ardından "Lan oğlum açsana, benim lan ben Alper. Hadi aç aç, içerde olduğunu biliyorum" dedi. Yunus usul ve isteksiz adımlarla kapıya doğru seğirtti.

Alper kapının önünde durup bir şeyler anlatıyordu. Yunus hiçbirini ne dinliyor ne de anlıyordu. Sadece Alper'in "Oğlum hayvan mısın kapıda mı dikeceksin beni?" dediğini anladı. İçeri aldı Alper'i. Alper içerideki yalnızlık ve pislik kokusundan rahatsız oldu ama belli etmedi. Alper konuşmaya, Yunus dinlememeye devam etti. "Çay may yok mu oğlum iyice ayılaşmışsın lan sen" dedi. Yunus isteksizce sallama çay yapıp getirdi. Alper yine konuştu, Yunus yine dinlemedi.

"Olur de mi lan?" deyince Alper Yunus ihtiyatsızca "Ne olur de mi?" dedi. "Lan hayvan tamam anladık, annen öldü baban öldü ama hayat bitmedi ki. Sabahtan beri iş teklif ediyoruz sana. Güvenilir adama ihtiyacım var yeni büromda. Sadece gel otur birader, ben olmayınca sen ilgilen işlerle." diye kısaca tekrar anlattı Alper tüm gün konuştuklarını. "Bilmiyorum ki" dedi Yunus. "Bilmeyecek ne var lan lale. Yarın adam gibi bir traş ol, biraz çeki düzen ver kendine. Diğer gün saat 10-11 gibi gelir alırım ben seni" dedi ve ayaklandı Alper. "Kalkma hiç, ben giderim. Dediğimi unutma, 2 gün sonra arayıp alırım seni.". Hiç seslenmedi Yunus.

Alper kapıyı kapatınca tekrar televizyona odaklandı. Ne televizyonu dinliyordu ne de aklından bir şey geçiyordu. Sigara üstüne sigara içiyor ve bunu da neden yaptığını bilmiyordu. Dolaba baktı, 5 tane birası vardı. Bir bira açtı ve bu sefer düşünmeye koyuldu.

"Benim gibi berduşun ne işi olur lan işle güçle? Evi satarım, gider kötü bir ev tutarım. Birkaç sene yeter bana o para. Sonrasını da yaşamak istemiyorum. Evet evet, yaşamak istemiyorum. Kararım bu".

Biraları bittiğinde yine gün doğmak ve Yunus sızmak üzereydi.

Etiketler , , , , , | Yorum Yok

Ankara Sıkılmışlığı V

"Bir yerim ağrımaz görmez, niye beni hastahaneye kaldırdılar ki? Yok bir şeyim benim, iyiyim. Zaten şu hastahane kokusu insanı hasta değilse de hasta eder. Yanımdaki kadın da durmadan inliyor. Boynum tutuldu herhalde ki kafamı çevirip bakamıyorum. Birisi gelse de şöyle bir sağıma dönüp güzelce yatsam. Hep tavana bakılmaz ki.

Babamın evi ne güzeldi değil mi kız Münevver? Çok yokluk çekerdik ama akşam yemeğinde bacılarım, gardaşlarım hepimiz otururduk yanyana. Hem de aynı tabaktaki pilava hep beraber kaşık sallardık. Ah, ne güzeldi o günler. Babamın keyfi olursa bir de yemekten sonra türkü tuttururdu hatırlıyorsun değil mi? Hatırlamaz olur muyum, unutamıyorum ki hiç.

Hasan Alimi de unutmam hiç. Nasıl unutayım hem? Memur diye vardırdıydı babam beni ona. Ne de güzel baktı bana. Kızardı bazen ama kıyamazdı hiç bana, zaten fiske bile vurmadı. Şehir şehir dolanıp da Ankara'ya vardığımızda Yunusum daha 6 yaşındaydı. Korkardı Hasan Alim Yunusumun ayağına taş değecek diye. Hele Yunusumun okuldaki ilk gününü de hiç unutmam. Ağlamadıydı annesinin koçu. İğneden falan da korkmazdı, okul tatil diye sevinirdi aşı olunca.

Şu hastalık geçse de kalksam gitsem evime. Ne illet şeymiş, yattım kaldım yatakta kaç gündür. Hiçbir şeyim yok, biliyorum. İşte, Yunusum da geldi. Gel oğlum, gel canımın özü. Oğlum? Bakma bana öyle evladım, iyiyim ben. Kalkarım yakında ayağa. Duymuyor musun beni? Oğlum? Herhalde sesim de kısılmış ki duymuyor beni. Duyuyorum oğlum ben seni. Ben de seni seviyorum annem, canım oğlum. Eşek sıpasısın ama yine de hasta olmasam konuşmazsın böyle.

Yunus? Baban değil mi oğlum şu? Hasan Ali? Baba, sen nasıl geldin? Bey, babamla mı geldiniz? Kim söyledi size, Yunus mu? Yunus öpsene yavrum babanın elini. Bak deden de burda. Sen hiç görmemiştin değil mi dedeni? Al işte deden sana. Aaa bak anneannen de geldi. Anne? Ne gerek vardı geldiniz cümleten? Beni götürmeye mi geldiniz? Yok anam, gelemem ki ben. Yürüyemiyorum ki zaten, hastayım. Hem Yunusumu nasıl bırakayım? Daha işi gücü bile yok, mürüvvetini de göremedim. Konuşsana Hasan Ali, bana bırakmadın mı sen evladımızı? Onu evermeden nasıl geleyim sizinle. Oraya alışamam ki ben zaten, yok yok iyiyim ben burada. Sen de bir şey söylesene baba. Kıyamazsın sen bana, götürmeyin beni. Bak iyileştim zaten hemen, ayağa kalkabiliyorum. Ayaklarımın üzerindeyim işte, bakın kollarım da kalkıyor. Başımı da sağa sola çevirebiliyorum. Gel baba sarılayım sana, sana da Hasan Alim, sana da annem. Sarılayım yolculayayım sizi, gidin siz. Benim işim var daha. Yunusumu evermem lazım. Haydi gidelim, kapıya kadar geçireyim sizi"

Ve o anda bağlı olduğu makine kalp atışlarının durduğunun haberini veren feryadı koparıverdi. Yunus önce kısa bir şok yaşadı, sonra anne diye var gücüyle bağırdı. Doktorlar koştular, fakat Münevver Abla ikinci kez felç geçirmiş ve hayata gözlerini yummuştu. Yunus'a felcin deprem gibi olduğunu ve artçılarının olabileceğini söylemişlerdi zaten ama Yunus hala buna inanamıyordu. Sağa sola koştu, bir şeyler yapın diye doktorlara yalvardı. Çare bulamadı. Hastahane koridoruna yığılıp orada ellerini başının arasına alıp yarı baygın vaziyette kalakaldı. Önce Hanife geldi, sonra teyzesi, dayısı, amcası ama ne hiçbirini duyuyor ne de duymak istiyordu Yunus. Tek istediği bayılmadan koridorları geçip bahçede sigara içmekti. Bayılmadı ama koridorlardan hayalet gibi geçip arka arkaya saymadığı kadar çok sigara içti.

Film bitmişti sanki Yunus için, kötü bir yönetmenin yönettiği vasat bir filmin son sahnesinde gibiydi. Güneş doğmaya yakındı, tan yeri ağarıyordu. Oturduğu bankın üzerinde bayıldı Yunus; uyandığında son hatırladığı güneşin doğduğu olacaktı.

Etiketler , , , , , | Yorum Yok

Ankara Sıkılmışlığı IV

Pırıl pırıl bir yaz akşamında Yunus ile annesi balkonda oturuyorlardı. Bugün günlerden mutluluk rolü yapma günü olmalıydı ki, her şey yolundaymış gibi annesiyle çay içip çekirdek çitliyorlardı. Bir an bile olsa tüm olumsuzluklardan kaçıp yalancı bir mutluluğa sığınmanın verdiği buruk rahatlık Yunus'un her halinden belli oluyordu.

Münevver Abla uyumaya gidince Yunus bir sigara tellendirdi. Aklından bir şeyler uçuşuyordu ama hangisini tutup yakalayacağını bilemedi. Ciğerlerine oturan duman kendisini rahatsız ettiğinden sigarayı yarıda bırakıp odasına gitti. Bilgisayarın başına oturup biraz gazetelere baktı ama haberlerden içi sıkılıp yatağına sırt üstü uzandı. Tavanda hayali birçok karakter ve hikaye uydururken uyuyakaldı. Daldığı en tatlı uykulardan birisiydi.

Rüyasında Ceyda'yı gördü. Telefonda konuşup ardından buluşuyorlardı. Güzel kızdı Ceyda ama rüya bile olsa "Senin gibi kel ve işsiz bir adamla ne yaparım ki Yunus? Gönül eğlendiriyorum işte" deyişi uyandığında bile etkisinde kaldığı bir cümleydi. Yataktan hemen kalkmadı. Biraz daha uyku ile uyanıklık hali arasında kalıp hayal kurmaya koyuldu. Ceyda niye aramış olabilirdi ki onu? İşi mi düşmüştü yoksa gerçekten aralarında bir şeyler olabilir miydi? O kadar uzun zamandır yalnızdı ki, Ceyda gözünde dünyanın en mükemmel kızı oluvermişti.

Yatakta yaptığı tembellikten sonra kalktı ve evin içerisinde bir tur attı. Ocakta çay yoktu, kahvaltılıklar çıkartılmamıştı. "Herhalde sabah aceleyle bir yere gitmiş olmalı annem" diye düşünüp tuvalete gitti. Banyoda elini yüzünü yıkadıktan sonra tekrar mutfağa dönüp çay koydu ve bugünü de mutluluk rolü yapma günü ilan etti. Çayı koyduktan sonra buzdolabından domates, biber, soğan ve iki yumurta çıkarttı. En son askere gitmeden önce annesi için melemen yapmıştı. Özenle tüm malzemeleri yıkayıp melemen yapmaya koyuldu. Melemeni ocağa koyunca çayı da demledi ki ikisinin aynı anda hazır olmasını istiyordu.

Bir güzel masayı hazırladı ve her şeyi masaya koydu. Bir an önce annesinin gelip masayı görmesini ve karnını doyurmayı bekliyordu artık. Annesini beklerken bir bardak çay doldurdu kendine ve balkona çıkıp bir sigara yaktı. Balkonda sokağı izledi, çocuklar çoktan uyanıp sokakta koşuşturmaya, bisiklet sürmeye ve birbirleriyle sataşmaya başlamışlardı. Gülümsedi; kendi çocukluğunu düşündü. Ceyda'dan olsa gerek hala içerisinde adını koyamadığı bir his vardı. Belki de çocukluğu aklına geldiğinden öyleydi.

"İşte tam şu kaldırımın kenarında düşüp de kolumu kırmıştım. Acısını bile hatırlamıyorum ama o bile güzeldi çocukken" diye içinden geçirdi. Sigarası bitti ve içeriye geçti. Annesinin daha gelmediğini fark edince odasına gidip üzerini değiştirdi. Odadan çıkıp mutfağa geçerken annesinin terliklerinin antrede olmadığını fark etti. Eğer dışarı çıkmış olsaydı terliğini mutlaka antrede çıkarırdı. Ayakkabısına baktı ve ayakkabısı da oradaydı. "Başka ayakkabı giymiştir belki ya da terlikle komşuya geçmiştir" diye düşündü; kapıya baktı ve kapıda takılı anahtarın annesinin anahtarı olduğunu görünce "Ah be anne anahtarı da mı unuttun?" diye düşünüp annesinin en yakın arkadaşı komşuları Hanife'ye gittiğini tahmin edip annesini çağırmak için evden çıktı. Zili çaldı, biraz bekledi ve kapı açıldı:

+ Hanife Teyze annem sende mi?
- Yok oğlum hiç görmedim bugün anneni.
+ Ya anahtarını evde unutmuş da burdaysa vereyim diyecektim.
- Sen istiyorsan ver anahtarı ben annen gelince veririm.
+ Yok sağol Hanife Teyze, teşekkür ederim.

der demez koşar adımlarla eve gitti. Hanife de arkasından öyle bakakalmış "Hay Allah!" deyip kapıyı örtmüştü. Yunus telaşla kapıyı açtı ve doğru yatak odasına koştu. Kapıyı açmaya cesaret edemedi ve birkaç saniye bekleyip soluklandı. Kendisini o kadar gergin hissediyordu ki, dokunsalar kopardı. Biraz daha bekledi ve sonunda yavaş yavaş kapıyı açtı ve annesine baktı; oradaydı. Yorgana dikkat kesildi acaba nefes alıyor mu diye. Yorgan Münevver Abla'nın nefes alıp vermesiyle beraber inip kalkıyordu. Çöl ortasında kana kana su içmiş gibi hissetti kendisini Yunus ve "Anne" diye seslendi. Cevap alamadı. Tekrar seslendi ve yine cevap alamadı. Daha yüksek sesle seslendi ama yine yanıt alamayınca yüreğine bir korku saplandı. Annesinin yanına doğru giderken nefes aldığından emindi ama bu kadar çağırılmayla uyanacağından da emindi. "Anne" diye dürttü ama yine cevap alamadı. Annesinin gözleri açıktı. "Anne beni korkutmaya mı çalışıyorsun, cevap versene" dedi. Münevver Abla cevap vermedi. "Hadi kalk bak sana kahvaltı hazırladım, hadi canım anam" dediyse de yine cevap alamadı ama Münevver Abla ağlıyordu. Yunus usulca yorganı kaldırdı, annesinin elinden tutup kolunu kaldırdı ve bıraktı. Kol hiç tepki vermeden olduğu yere tekrar inmişti. Tekrarladı ve yine aynısı oldu.

Yunus annesine ilk defa bu kadar içten sarılıyor ve bu kadar içten ağlıyordu. Bir yandan annesi bir yandan kendisi. Münevver Abla konuşamıyordu ama Yunus'un da dili tutulmuştu. Yunus bir ara zilin çaldığını işitti ama aldırmadı. Zil inatla çalmaya devam edince doğruldu, bilinçsizce kapıya yöneldi. Kapıda bekleyen Hanife'ydi. "Oğlum nerdeyse 20 dakikadır zile basıyorum niye açmıyorsun?" dedi ama Yunus'un ağlamaktan kızarmış gözlerini görünce şaşırdı. Yunus eliyle içeriye geç der gibi bir işaret yaptı ve Hanife içeriye geçti. Yunus zorlukla "Yatak odasına Hanife Teyze" dedi. Hanife arkadaşı Münevver'in öldüğünü düşündü ama ağladığını görünce yanına oturdu. "Neyi var Yunus oğlum annenin?" diye sordu. Yunus'un dudaklarından belli belirsiz bir "Bilmiyorum" çıktı. Hanife çok geçmeden arkadaşının felç geçirdiğini anladı ve salona geçip telefonla bir ambulans çağırdı; yatak odasına tekrar döndü.

"Yunus gel oğlum bakayım, çık dışarı odadan. Annen felç geçirmiş yavrum, ambulans çağırdım şimdi gelir. Haydi toparla bakayım kendini, ben üzerime bir şey alıp geliyorum hemen. Hastahaneye beraber gideriz" dedi Hanife. Yunus'un ağzından yine belli belirsiz bir "Olur" döküldü.

Siren sesi yaklaştığında Yunus donakalmış bir vaziyette Hanife'nin bıraktığı yerde dikiliyordu.

Etiketler , , , , , | Yorum Yok

Ankara Sıkılmışlığı III

Birbirinin aynısı günlerden birini daha arkasında bırakan Yunus sabahın 4'ünde yatağa girdi. Kafasında binlerce düşünce akıyordu ama hepsi sıkılmışlıkla ilgiliydi. Çok sigara içtiği için kalbinin sıkıştığını duyumsadı. Kafasındaki binlerce soruya cevap bulamadan yine gözleri kapandı ve uyudu.

Sabah uyandığında annesine seslense de cevap alamadı. Önce annesine bir şey olduğunu düşünüp telaşla evin içinde koşuşturdu ama sonra annesinin komşudaki altın gününe gideceğini hatırlayıp rahatladı. Çayın altı yanıyordu ve kahvaltısı da hazırdı. Bir çay koyup sigara yaktı. Kahvaltı masasında sigarasını tüttürdükten sonra elini yüzünü yıkayıp bir çay daha doldurdu kendine. Bir lokma ekmeğin arasına biraz peynir katıp kahvaltı faslını kapadıktan sonra salona geçip televizyon karşısına kuruldu.

Evlilik programında takılı kaldı. Şebek sunucu çeşitli şaklabanlıklar yapıyor ve bazen de reyting almak uğruna olsa gerek seyircileri azarlıyordu. Yunus kızların isteklerine akıl sır erdiremese de beğendiği birkaç kız oldu. Canı sıkılınca kanallar arasında dolaştı ama bir şey bulamayınca televizyonu kapatıp odasına giderek üstünü değiştirdi.

Dışarı çıkıp çıkmamakta kararsız kalınca bir sigara daha yaktı. Sigarasını içemeden annesi geldi ama hiçbir şey konuşmadılar. Aksi gibi annesi de televizyonda evlilik programını açıp izlemeye koyuldu ve laf çarpmaktan da geri kalmadı "Tilevizyon milevizyon adamlar ne güzel niyet etmişler evlenmeye" diye söylendi. Yunus hiç oralı olmadan antreye yöneldi ve kapıyı açtığı anda annesi seslendi "Gelirken 2 ekmek al!". Yine hiçbir şey söylemeden kapıyı çekip çıktı, Yunus.

Evden çıkınca ne yapacağına karar veremedi ama kahvehanenin önünden geçerken kahvehaneye girdi. "Gel la Yunus bi batak atak!" diyen ilkokul arkadaşı Haydar'ın yanına oturdu ve batak oynamaya başladılar. Duvarları sigara dumanından kahverengiye yazan bu izbe yerde akşama kadar oturdu, bol bol karbonatlı çay içti Yunus. Oyunda da yenilmişti ve cebindeki son parayı da kötü çaylara ödeyip çıktı. "Şans bile parasız adama pas vermez" diye geçti aklından ve istemsizce sırıttı.

Bakkal Rüstem'e uğrayıp 2 ekmek bir sigara aldı. Rüstem birkaç soru sordu ayak üstü ama tam algılıyalamadı soruları Yunus ve geçiştirici cevaplar verip bakkaldan çıktı. Tam o sırada telefonu çaldı çalmasına ama kendisini kimse aramadığından çalan telefonun kendisinin olduğunu fark edemedi. Telefonun çalması kesilip yeni baştan çalmaya başlayınca titreşimden anladı çalanın kendi telefonu olduğunu. Gizli bir numara arıyordu; açtı ve ürkek-titrek bir kadın sesi duydu:

-Yunus?
- Efendim, buyrun?
- Ben... Ben Ceyda... Hatırladın mı?
- Hatırladım, lisedeki Ceyda?
- Evet ben. Nasılsın?

Nasıl cevap vermeliydi ki? İyiyim dese değildi, kötüyüm dese ayıp olurdu. Bir sıkılmışlık çöktü yüreğine, telefonu kapatmak istedi, kapatamadı. Derin bir nefes aldı, bu kez nefesi ve sesi titreyen kendisiydi.

- İyidir herhalde, senden?

"İyidir herhalde mi?" diye geçirdi içerisinden Ceyda konuşurken. Ceyda'yı hiç duymuyordu, ta ki Ceyda kendisine seslenene kadar.

- Yunus?
- Ef... Efendim?
- Dinlemiyor musun beni?
- Dinliyorum, dinlemez olur muyum ama şimdi eve geçmek üzereyim beni bir 5 dakika sonra arayabilir misin? Hem numaranı da gizlemezsin numaranı kaydederim.

Ceyda "Olur" deyip kapattı telefonu. Yunus selamsız sabahsız eve girip ekmekleri mutfak masasına bıraktı. Antrede annesinin terliklerini görünce annesinin evde olmadığını anladı ve bir sigara yakıp Ceyda'nın aramasını beklemeye koyuldu.

Etiketler , , , , | Yorum Yok

Yine mi Ankara?

Saat 18.40, Kızılay. Mavi bir halk otobüsünden inerken tıklım tıkış bir kalabalık da otobüse balık istifi şeklinde yerleşmeye başlıyor. Mesai bitmiş, hava buz gibi ve Ankara'da yine insan sesleri korna ve eksoz sesine karışıyor.

Yüksel'den yürümeye başlıyorum amaçsızca; Konur Sokak'ı dikine geçip Meşrutiyet'e, ordan da ver elini Kolej metrosu.

Elele tutuşan üşümüş sevgililer, slogan atan heyecanlı solcu gençler, 5 liraya umut satan falcılar... Binlerce insan akıyor sokaklardan, hepsi buz gibi. Bol ışıklı esnaf panolarına bakarken bir ses benim ismimi tekrarlıyor ama ben değilimdir diye devam ediyorum; sonrasında bir el kolumdan tutuyor "Niye bakmıyorsun?" diye sırıtıyor. Lise aşkıma denk geliyorum bombok bir günde. Kafamda şapka, boynumda Dynamo Dresden atkısı ve o. Şaşırıyorum en başta ama klasik "Naber, nasılsın?" muhabbetine sarıyoruz. "Çay içelim vaktin varsa?" diye soruyor ama bir şeyler uydurup yürümeye devam ediyorum.

Ruhum bedenimden uzaklaşmış gibi hiçbir şey düşünmeyip bir kamera gibi etrafı çekerek yürüyorum. Aklımda hiçbir şey yok, hava buz gibi. Meşrutiyet'in sonundaki üst geçite gelince merdivenleri tırmanıyorum yavaş yavaş. Hiç kimse yok üst geçitte ve ben korkuluklara yaslanıp şehri izlemeye koyuluyorum. Otobüslerin balgamlı boğazlarından attıkları hırıltılar ve taksicilerin korna seslerine takılıp kalıyorum. Can derdine düşmüş bir ambulansın sirenleriyle uyanmayacak olsam sabaha kadar dikilirim orada.

Ara sokaklardan Kolej'e iniyorum ve Ahmet Andiçen Kanser Hastanesi önünde durup bir sigara yakıyorum. Ölüme meydan okuyan akıncılar gibiyim kanser hastanesi önünde sigara tüttürürken. Aklıma karşılaştığım eski sevgilim geliyor ve kafamda parça parça anılar uçuşuyor. Soğuktan olsa gerek anılar donunca yola koyuluyorum tekrar. İstikamet gerisin geri Kızılay, fakat Sıhhıye köprüsü üzerinden.

DTCF'nin yanındaki merdivenlerden Atatürk Bulvarı'na inip Sıhhıye'nin tavuk döner ve karbonatlı çay kokusuyla birleşmiş çöp gibi havasını soluyorum. Ulan öyle sıkıcıymış ki bu şehir, yeni kavrıyorum. Abdi İpekçi Parkı'na varınca bir sigara daha yakıyorum banklara oturup. Bir iki sokak köpeği geçiyor önümden ama insanlardan daha yakınlarmış gibi hissediyorum bir an. Köpeklerden korkan biri olarak birinin başını okşuyorum, kuyruk sallayıp melül melül suratıma bakıyor. Ah be itin soyu, uzun zamandır insan gözleri bana böyle güzel bakmadı. Sigaram bitince kalkıyorum ve SGK'nın oraya kadar köpek dostumla yürüyoruz. Benim karşıya geçeceğimi anlayınca arkasını dönüp tekrar Abdi İpekçi'ye gidiyor.

Güzel kızlar görüyorum ama hep yalnız yürüyorlar. Nedense aklıma bir Hasan Hüseyin şiiri düşüyor, içimden okumaya koyuluyorum:

bu dünyaya biz de geldik gideriz
güzeller içinde yarsız gezeriz
karacaoğlan sevdi diye susarız
ulanı da karacaoğlan ulanı
biz severiz allı pullu yalanı
öptüm diye koynundaki yatanı
güller diken diken değer elime
morlar kızıl kızıl yakar elimi
sevdiceğim sövgü olur dilime
ulan insaf bre hey!

Eski Zafer Çarşısı, Zafer Anıtı falan derken Güvenpark'a geliyorum. Sıcak çay satıyorlar en karbonatlısından. "Abi çay ister misin?". Seslenmeden yürümeye devam ediyorum. Çiçeklerin orada durup bir demet nergis alıyorum anneme, bari bugün o güzel olsun.

Yürüyorum dolmuşa doğru tar tar tar dizel motor gürültüsü eşliğinde evime kadar geliyorum. Sıcak bir çay, üstüne bir sigara daha ve Ankara o kadar sıkıcı ki.

Etiketler , , | Yorum Yok

Ankara Sıkılmışlığı II



Bilgisayar başında sıkılıp, televizyonda da bir şey bulamayan Yunus Geldigeçti Sokak’tan yola koyulup yürüyüşe çıktı. Bir-iki çocuğun oynadığı ufak mahalle parkından geçip ana caddeye varınca oradaki bir taşa oturup bir sigara yaktı. Münevver Abla’daki düşünememezlik hali sanki Yunus’ta hep vardı. Gözleri boşluğa bakar, halinden ne düşündüğü ya da umut ettiği asla kestirilemezdi. Hafiften seyrelmeye başlamış saçlarını nikotin kokulu elleriyle sıvazlayarak ana caddeden aşağıya, Kızılay’a doğru yürümeye başladı. Ne yapacağına dair en ufak bir fikri dahi yoktu. Askerden döndükten sonra çoğu arkadaşı evlenmiş, aile hayatı kurmuş ve bu da Yunus’u yalnızlığa itmişti. Arkadaşları düzenli hayatlar kurarken kendisinin otuz yaşına merdiven dayamış işsiz ve mutsuz hali gözlerinin boşluğa bakmasının nedeniydi aslında.

 Mutsuzluk ve umutsuzluğuna çare bulamayacağını bile bile yürüyerek Kızılay’a vardı. İzmir Caddesi’nde döner kokularının üzerine sindiği banklardan birine oturup gri güvercinlere bakarak bir sigara daha yaktı. Ağır ağır ama dumanı hiç zayi etmeden içerken sigarasını karşıdan gülümseyerek gelen birini fark etti. Eski sınıf ve sıra arkadaşı Alper’di gelen. Doğruldu, yalancı bir gülümseme takındı ve “Vay Alper! Kardeşim! La ne işin var oğlum burda, takıma da bak amma kıyak olmuşsun lan” dedi. Tüm haşarılıkları beraber yaptıkları, simit bölüşüp aynı kıza aşık oldukları sıra arkadaşı Alper... Sanki tüm bunlar yaşanmamış gibiydi. Yunus’un yüzüne takındığı yalancı gülümseme, hayatın kendisini yaşanmışlıklardan ne kadar uzaklaştırdığının kanıtıymış gibi geldi o an. “Ulan Yunus, yaşlanmışsın” dedi Alper, Yunus’u omuzlarından tutup silkelerken. Yunus tam da eski arkadaşını çaya davet etmeye niyetlenirken Alper Yunus’un bu düşüncesini yarıda kesip “Kardeş işim çok acele, bak sana kartımı veriyorum en kısa zamanda çayımı içmeye gel. Görüşürüz, unutma ha gelmeyi!” dedi ve koşaradım oradan uzaklaştı.

Elinde kartvizit ile öyle kalakaldı Yunus ayakta. Sigarası parmağını yakmasa günlerce orada heykel gibi dikilip durabilirdi. Kalabalığa aldırmadan kuru sıcağın kavurduğu kaldırımlardan bilinçsizce Ankara’nın başka sokaklarına savruluyordu şimdi de. Zihninin içerisinde kaybolmaya meyilli binlerce umut gibi o da Ankara sokaklarında kaybolmaya meyilliydi. Önce kalabalıkları aştı, Opera’nın az ötesindeki köprünün altından geçerken de yalnızlıktan ürktü. Bir zamanlar Ankara’nın en kalabalık olan yerleri şimdi bomboştu. Gençlik Parkı’na doğru insanlar çoğalmaya başlayınca kalabalık onu içerisine çekti ve kendisini Ulus Meydanı’nın Atatürk heykeli dibinde simit yerken buldu. Son zamanlarda Ankara’da hayata dair aldığı en büyük haz bu gevrek, kara ve kuru simidi yemekti. 

Simidi yedikten sonra Ankara’nın eski kalbini dinledi saatlerce. Eski meclis, Atatürk Heykeli, birazcık Ankara Kalesi. Kalabalıklar kaldırımları aşındırırken Yunus bir pakete yakın sigarayı tüttürmüştü bile. Düşünmenin ve kalabalığı izlemenin verdiği yorgunlukla evine doğru yola koyuldu. Umutları tükenmiş, gelecek planları tutmamış, yüzündeki o boş ifadeyle bir saate yakın yürüdü evine varabilmek için.
Kapıyı açtığında “Hasan Ali?” dedi annesi. Seslenmedi önce ama annesinin uyukladığını anlayıp uyanmasını sağlamak amacıyla cılız bir “Benim” döküldü dudaklarından. Hiç konuşmadan odasına geçip üstünü değiştirdi. Münevver Abla da uzandığı kanepenin üzerinde doğrularak oğlunun odasından çıkmasını beklemeye koyuldu. Yunus annesinin kendini beklediğini bilerek ağırdan alıyordu odadan çıkmayı. Fakat sonra fikir değiştirip bir an önce odadan çıkıp annesinin ahiret azabı gibi sorularından kurtulmak amacıyla acele etti. Yunus’un odadan çıkmasını hazır kıta bekleyen Münevver Abla:

-          Ne yaptın oğlum? İş bulabildin mi bari bugün? Bak bizim eski gecekondudan komşu Necmiye teyzen geldi. Oğlu bi süpermarketin müdürümüymüş neymiş. Rica ediverdim kendisinden bizim Yunus için sizin oğlana rica et de bir iş ayarlasın dedim. Çok da üstelemedim ama zaten işçi arıyorlarmış, öyle dedi Necmiye. Sigorta veriyorlarmış, dükkan da zaten çok uzak değil yürüyerek gidip gelirsin. Yemekle yol parası da varmış bi de, öyle dedi. Yol parası da hem sana kalır, cebinde sigara parası olur. Ne dersin güzel oğlum? Bak he dersen telefon etçem Necmiye’ye.

diye girişti lafa. Yunus önce hiç seslenmedi, derin bir nefes çekti içine. Sonra da annesi ofladığını düşünmesin diye elleriyle pijamasını çekiştirip bir yandan da koltukta kendini düzeltti. Kuracağı cümleyi de düşündü bu arada ama “Yok ana” diyebildi sadece. Münevver Abla “Ne yok?” deyince “İş de yok o karının oğluna da yok. Ben böyle iyiyim” dedi. Münevver Abla hiç ses etmeden kalkıp mutfağa gitti. Oğlu duymasın diye başörtüsünü ağzına bastırıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Oğlunun bu umursamazlığına olan siniri yatışınca hem ağlamayı kesti hem de Hasan Ali geldi gözünün önüne. “Avrat, elleme oğlana” derdi hep. Kahırlıca gülümsedi kendi kendine.

Etiketler , , , , | Yorum Yok

Ankara Sıkılmışlığı I



Kuşların cıvıldadığı fakat ağaçların betonlar arasına sıkıştığı bir Ankara sokağı. Her gün onlarca hayat akıp giderken ezanın duvarlarda yankılanıp, ölümün habercisi selanın PVC pencerelere çarpıp sessizliğe gömüldüğü sokak. O sokaktaki çocukların top koştururken camlarını özellikle kırdıkları Kıl Orhan Amca’nın gecekondusu yıkılalı tam 20 yıl oldu. Gecekondunun arazisine bina dikildi; Kıl Orhan Amca da payına düşen iki daireyi satıp kendisine Sincan tarafından beş daire satın aldı ve gitti. 
 
Gecekonduların, neşeli çocukların, dut ağaçlarının ve yağmur yağınca çamurun donattığı o sokakta şimdi lüks arabalar park halindeler. LPG kokusunun mazot karartısına karıştığı o ufacık sokağın adı “Geldigeçti Sokak”. Münevver Abla’nın her sabah hayırsız oğluna hayıflanarak bakkala ekmek almaya gittiği o sokakta yine her şey her zamanki gibi olağan. 

“Bi ekmek bana bi ekmek de benim hayırsız oğlana. Şu yaşıma geldim oturup da evde ekmek bekleyeceğime kazık kadar adama ekmek taşıyorum” dedi Münevver Abla bakkala. Memleketi Çankırı’dan Ankara’ya göçünce bakkallıktan alâ meslek bulamamış Rüstem bakkal “Nörecen abla, zamane bebeleri hep böyleler” deyip muhabbeti uzatmadan Münevver Abla’yı dükkandan bir an evvel çıkartmak telaşına koyuldu. Münevver Abla bu, susar mı hiç? “Duymadın mı Rüstem oğlum, beğenmediğimiz Suna’nın sümüklü oğlan okudu da avukat oldu. Bizimkisine de liseyi iteleyerek bitittirdik. E okumayana iş mi var? Var da, bizim paşa beğenir mi temizlik işini?” diye rutin dert yanma monoloğuna başladı. Münevver Abla’nın monoloğu Rüstem bakkalın bir 10 dakikasını çaldı ama Anadolu’nun o vakurluğuyla her gün olduğu gibi bugün de tersleyemedi Münevver Abla’yı. Her ne kadar her gece uyumadan önce Münevver Abla’yı hayallerinde tersleyip refaha erişse de Rüstem bakkal, Münevver Abla’yı görünce hem ona üzülüyor hem de acıyarak ses edemiyordu. Buna da Anadolu vakurluğu deniliyordu.

Münevver Abla henüz yakıcı bozkır güneşinin ısıtamadığı apartman koridoruna girince hafif bir ürperti hissetti. “Bismillah, şeytan yokladı şeytan” diyerek giriş kattaki dairesinin çelik kapısını açtı ve içeri girdi. Oğlu hala uyuyordu. Münevver Abla ne kadar da kızsa oğluna kıyamadığından hiç seslenmeden mutfağa girip kahvaltıyı hazırlamaya koyuldu. Kocasından kalma emekli maaşıyla geçindikleri bu iki oda bir salonlu dairede masaya kendi terbiyelediği zeytini, kendi eliyle bastığı tulum peynirini ve oğlunun çok sevdiği, köyden ablasının yolladığı torba yoğurdunu özenle yerleştirdi. Çayın demlenmesini beklerken artık biri hiç kullanılmayan üç sandalyeli masanın bir sandalyesine oturarak düşünmeye başladı. Beyi Hasan Ali oğlu askerdeyken vefat etmiş ve henüz emekliliğinin ilk yılını bile doldurmamış bir memur emeklisiydi. Zamanında babasının “Memur adamın durumu iyi olur” diye evlendirdiği kızına iyi bir hayat yaşatmıştı Hasan Ali. Hasan Ali “Avrat bi emekli oliyim, oğlan da dönsün askerden, ona bi iş kurarız biz de benim emekli ikramiyesiyle bir ev yaparız köyümüze; domates-biber ekip yaşarız işte.”  diye hayal kurardı hep. Kocası hayal kurdukça Münevver Abla ondan daha çok mutlu olurdu. Oturduğu o mutfak masasında kurarlardı hep hayallerini ve Hasan Ali o masada yine bir kahvaltıdan sonra hayal kurarken vefat etmişti. Münevver Abla bunları düşünürken derinden bir ah çekip demlenen çaydan oğlu uyanmadan bir bardak içmeye karar verdi. İnce belli bardağa doldurduğu tavşan kanı çayı yudumlarken hiçbir şey düşünemiyordu. İnsanoğlunun böyle zamanları vardır; hiçbir şey düşünmeden beyni içerisinde bir karanlığa gömülür gider. O karanlıkta ne kadar kaldığını, çayını içip içmediğini bilemeden çalan zilin sesiyle irkildi Münevver Abla. 

Kapıyı açtığında postacıyı gördü. Postacı “Hakan Yıldırım burda mı?” dedi. “Yok oğlum, burada hiç öyle birisi olmadı” dedikten sonra kapıyı kapatıp geri mutfağa döndü. Mutfağa dönünce kapıyı postacının yüzüne kapattığına üzüldü ama çok da aldırmadı. Düşünememezlik halini yine düşünceler kıskıvrak kuşatacakken kızdığı, hayırsız dediği ama yine de çok sevdiği oğlu uyandı. Sevgisinden çok kızgınlığını belli etmek istediğinden hiç seslenmedi, kahvaltı hazır bile demeden kendi çayını tazeleyip oğluna da çay doldurdu. Yunus elini yüzünü yıkayıp üzerinde atleti, altnda pijamasıyla sofraya oturdu. Hiç konuşmadan karınlarını doyurup günaydının bile uzun zamandır uğramadığı masadan Münevver Abla’nın düşünememezliği ile Yunus’un sessizliği yeni bir güne doğruldular.

Not: Yaz aylarında yazmaya başladığım ilk uzun soluklu hikaye denememdi. Devam bölümleri tabii ki var, o yüzden ilk bölümü yayınlıyorum ve günden güne devam edeceğim.

Etiketler , , , , | Yorum Yok

Turgenyev - İlk Aşk

Turgenyev
Aslında pek yaptığım bir iş değildir kitap incelemesi yazmak ama bu kitabın biraz geri planda kaldığını ve pek okunmadığını düşündüğüm için özellikle yazmak istiyorum. Turgenyev'in okuduğum ilk kitabıydı "İlk Aşk".

Her ne kadar 19. yüzyılın sonlarına doğru yazılmış bir eser olsa da aradan geçen 200 yıla inat bizim yaşadığımız ilk aşklara benzer bir aşk yazıyor baş karakterimiz. Belki de ben olmak istediğim, hissetmek istediğim ya da hatırlamak istediğim şekliyle hatırladığımdan ilk aşkımı, kendimi baş karakterle bağdaştırıyorum.

Bir delikanlı, yakınına taşınan dünyalar güzeli bir kıza aşık oluyor. Ne kadar klasik değil mi? Gel zaman git zaman kızla tanışıyor ve evine gidip gelmeye başlıyor fakat kitabın sonlarına doğru bu güzel kızın babasıyla beraber olduğunu anlıyor. Hikaye bundan ibaret; 70lerde Türk yönetmenlerinin eline geçse Kadir İnanır, Türkan Şoray ve genç bir figüranla hikayeyi kotarıp "başyapıt" bir film yaparlar.

Yazarların satıraralarında verdikleriyle yarattıkları bir ruh vardır ve kitap boyunca bu ruhla okursunuz kitabı. Tabii bazen bu ruhu yakalayamadığımızdan koca bir kitabı çöpe attığımız da olabiliyor fakat Turgenyev'in hakkını yememek lazım; kendisi mesajını çok net bir şekilde vermiş.

Babasını gözleriyle gören baş karakterin buna inanaması, kıza toz konduramaması ve onu sevmeye devam etmesi kitapta öyle bir doğallık ve bağımsızlıkla anlatılıyor ki, okurken direk ilk aşkınıza ulaşamayışınız geliyor aklınıza. Yaşınız kaçtı, nerede ilk kez aşık oldunuz, cinsiyetiniz nedir hiçbir fikrim yok fakat bu kitap hepimizden bir şeyler anlatıyor.

Çocukluğundan uzaklaştığını, ilk gençlik çağlarındaki saflığını yitirip kirlendiğini düşünenlerin o günlerin hatrına okuyması gereken bir kitap. Eğer ki  şimdiki aklınızla ilk gençlik çağlarınızdaki durumunuzu değerlendirmek isterseniz bu kitap sizin için biçilmiş kaftan. Kitap hakkında fazla içerik bilgisi verdiğimi düşünenler olabilir fakat hikaye ile anlatılmak istenen arasındaki bağıntıyı kitabın içerisindeki ruhta yakalayacağınız için, kitabı okursanız hakkında hiçbir kelam etmemiş bile sayabilirsiniz beni.

İyi okumalar :)

Etiketler , , , | Yorum Yok

Doğu Almanya (Deutsche Demokratische Republik) üzerine


Ya da namı diğer DDR, İngilizcesi ile GDR. Bu konu hakkında hali hazırda yazdığım 3 yazı bulunmakta ekşi sözlük'te, onların linkini paylaşalım:

1. Doğu Almanya
2. Doğu Almanya II
3. Doğu Almanya III

Doğu Almanya ile ilgili bilgi bulmak biraz zor Türk kullanıcılar için, bunun için ya iyi derecede Almanca ya da İngilizce bilmek gerekiyor ki İngilizce siteler de oldukça yetersiz Doğu Almanya konusunda. Almanca bilenler için 10 bölümlü ve tanesi en az 40 dakikalık bir belgeseller bütünü önereyim(Sadece ilk bölümü ekliyorum):


Duvarla ilgili enteresan bir video daha ekleyelim, zira Doğu Almanya demek Berlin Duvarı demek.



Doğu Almanlar'ının duvar ile ilgili bir videosunu da şurdan izleyebiliriz:

Gördüğünüz üzere kimisi birleşmeye karşı çıkarken, kimisi birleşmenin iyi ama işsizliğin kötü olduğunu söylerken kimisi de bizdeki "kovucular" gibi "eski sistemi isteyen Küba ya da Kuzey Kore'ye gitsinler, o zaman eskisi gibi yaşayabilirler" diyor.

Karnını doyurup temel ihtiyaçlarını karşılamaktan başka gayesi olmayan insanlar için biçilmiş kaftan gibi adeta Doğu Almanya. İş probleminiz yok, konut sıkıntınız yok, eğitim sorununuz yok, sağlık gideriniz yok ama bunun karşılığında da iyi bir maaşınız yok, seyahat özgürlüğünüz yok ve psikopat bir devlet ölümüne sizi izliyor. Hangisini seçerdiniz? Eğer maddi durumu olmayan, çocuklarımı eğitecek imkanı bulamayan ve grip hapı alamayacak kadar fakir birisi olsaydım kesinlikle DDR'da yaşamak isterdim, neden istemeyeyim ki? Hem işim, hem maaşım olacak ve giderlerim de hiçe yakın olacak. Para biriktirirsem 10 yıl sıra bekledikten sonra bir Trabi bile alabilirdim :)

Kapitalizmin ne kadar kaka ve kötü olduğunu hemen her gün tekrar etsek de bugüne kadar kapitalizm karşısında insanoğlu olarak yarattığımız tek sistemi doğru yaşatamamışız. Bunu bir anti-komünist ve milliyetçi olarak söylüyorum. Doğu Almanya her ne kadar ekonomisi en gelişmiş ve en sosyal doğu bloğu devleti olsa da oradan kaçmak için 100lerce insan can verdiler, bir nesil oradan kaçmanın hayaliyle yaşadı sadece. Şimdi ise duvarın gerisinde yaşamış olanlar karınlarını dahi doyuramadıkları için duvarı geri istiyorlar. İnsanoğlu mu garip, sistemler mi uyumsuz bilemiyorum.

Ayrıca Federal Almanya Cumhuriyeti vatandaşları hala Doğu Almanya için maaşlarından katkı payı ödemekten sıkılmış durumdalar. Almanya hala Doğu'nun açığını kapatamamış durumda. Zaten aslında Deutsche Demokratische Republik fiilen yok olsa da kağıt üzerinde varlığını sürdüren bir devlet, bu devletin varlığını ortadan kaldıran resmi bir antlaşma falan yok(bununla ilgili belgeyi uzunca zaman araştırmama rağmen bulamadım fakat Wikipedia'da okumuştum).

Tabii ki Doğu Almanya'nın batı ile birleşmesi Türkleri de etkileyen bir olay oldu. Orada yaşayan Türk kökenli işçilerimiz genelde "Duvar bizim üzerimize yıkıldı" diyorlar ve haklılar. Duvarın yıkılmasıyla Polonya, Rusya gibi memleketlerden gelen ucuz iş gücü hem Türkleri gözden düşürdü hem Türkler de daha az maaşla yetinmek zorunda kaldılar. 60'larda ilk giden Türkler yolda yürürken çevrilip "Bizim fabrikada çalışmak ister misin?" diye soruluyordu ki, bu da tabloyu açıklamak adına net bir örnek olur sanırım.

Şimdilik böyle bırakayım yazıyı. Aklıma geldikçe detay ve bilgi paylaşmaya devam edeceğim.

Etiketler , , , | Yorum Yok

Saçmalama Seansı

İşbu yazı, yazmak isteyip de ne yazacağını bilememe yazısıdır. Bir birikmişlik oluyor uzun zaman yazmayınca ve insan yazarak içini dökmek istiyor. Her insan istemiyordur muhtemelen ama ben istiyorum işte.

İçimdeki bunalmışlık ve sıkılmışlık hissi beni tüm her şeyden uzaklaştırıyor. İnsanları sevmiyorum mesela. Bu bir kibir olarak algılanabilir lakin insanları hor görüyorum. Topluma tutunmak amacıyla kendimden zeka, kapasite ve algı olarak aşağıda olan insanlarla bir arada yaşamak tamamen itici geliyor.Daha da kötü olanı ise, dünyada hiçbir yerin bana hitap edemiyor oluşu; yani kaçsam da gidecek yerim yok ve şikayetim Türkiye-Ankara odaklı değil.

Belirli bir yaşa geldikten sonra hayatı çözmek adına fazlaca kafa patlattım. Şu anda öyle bir durumdayım ki, yolda yürürken bile gözlem yapmadığım 1 saniye yok. Boş boş yürümeyi, hiçbir şey düşünmeden yaşayabilmeyi çok istiyorum ama olmuyor. Neden peki? Neden ben birisiyle konuşurken onun niyet okuyuculuğuna soyunup çoğunlukla doğru kanıya varmış oluyorum? Neden insanların tüm hinliklerini çözebiliyorum, kimin ne olduğunu bir bakışta anlayabiliyorum?

Yalnızlığımın müsebbibi belki de yukarıda yazdıklarımdır. İnsanların suratları arkasında sakladıkları o aptal şark kurnazlığını hemen sezebilmek, en samimi durumlarda bile samimiyetsizliği görebilmek tarif edilmesi çok zor bir şey. Diğerlerinin düşünmüyor olmaları, kanıksamışlık durumları, cahil cesaretleri beni benden almakla kalsa ne alâ olacak ama hayattan soğutuyor.

Sadece kendimin bu durumda olmadığını biliyorum fakat bunu aşabilmiş insanlarla tanışmamış olmanın sıkıntısını da yaşıyorum.

Yorum Yok

Kararsızlık Manifestosu

Bir bozkır türküsü süzülüyor semaya benzeyen bozkırlarda. Notası yok türkünün, okuma yazma da bilmez ama yüreğimden vurur nedense. Tanışmış olmalıyız bir yerlerden, bir şeyler fısıldamış olmalı kulağıma daha önceleri. Çıkaramadım ve fakat çıkaramıyorum.

Bu kaçıncı yarım kalan öyküyü tamamlama çabası çözebilmiş değilim. Çözmek de istemiyorum. Hep mutluluk arefesinde yaşayıp bayrama kavuşamama burukluğunda geçen ömrümün bir köşesinde bir bozkır türküsü çalıyor; bir bozlak olmalı. Bu bozlak ne Kızılırmak gibi dökülüp gidiyor ne de Tuz Gölü gibi donup kalıyor. Kararsızlığın şeceresini çıkartsam bundan daha kararsız bir durum ortaya çıkaramam sanırım.

Sıkılmışlığın tarihini yazarken okuduğum hikayelerin etkisinden olsa gerek, Ankara'yı sevmiyorum artık. Bir şehirle bütünleşmeye çalışıp hem ona aykırı kalmayı hem de ondan uzaklaşamamayı başarabilen bir ruh halim mevcut. Mevcudiyetimin ve istikbâlimin yegâne temeli şu ikisiymiş gibi yaşıyorum: sıkılmışlık ve kararsızlık.

Ne geçen yılların kattığı olgunluk ne de yaşanmışlıkların kazandırdığı trajıkomiklik beni bir amaca yöneltmiyor. Bir of çeksem karşı dağlar mı yıkılır yoksa rüzgar fırtınaya mı dönüşür? Bilmiyorum ki. Acemi bir şairin ilk mısrası gibi hevesliyim bazen ama bazen de kaşar bir taksi şoförünün umursamazlığıyla yaşıyorum. Hep ama hep kararsızlık.

Herhangi bir içki masasında derin olduğuna inanılan fakat duyan ayıkların tek kelâm anlamayacağı münakaşalar gibi bir hayat yaşamak zor değil. Buna heves etmek ise başlı başına bir sorun ve içinden çıkılmazlık durumu zira ben çıkamıyorum.

Bir romanın son sözü mü yoksa bir şiirin ilk mısrası mı olmak istersin diye sorsalar yine kararsız kalırım. Sen karar verebilir misin sanki? Bu yazıyı okuyorsan zaten akli melaikelerin benimkinden ya hallicedir ya da daha beterdir; öyle değil mi? Yalnızlığın tüm asimetrik çizgileriyle donatılan yaşantılarımıza Nietzsche kadar anlam yükleyememektir belki de tek karın ağrımız ve kararsızlığımız.

Bilip bilmeden yaşamanın keyfiyetsizliğiyle donatılmış buruk arnavut kaldırımlarında Necip Fazıl gibi kadın bacaklarına şiirler yazmak varken bir sayfa deli saçması savurmak da neyin nesi? Oysa...


Yorum Yok