Kuşların
cıvıldadığı fakat ağaçların betonlar arasına sıkıştığı bir Ankara sokağı. Her
gün onlarca hayat akıp giderken ezanın duvarlarda yankılanıp, ölümün habercisi
selanın PVC pencerelere çarpıp sessizliğe gömüldüğü sokak. O sokaktaki çocukların
top koştururken camlarını özellikle kırdıkları Kıl Orhan Amca’nın gecekondusu
yıkılalı tam 20 yıl oldu. Gecekondunun arazisine bina dikildi; Kıl Orhan Amca
da payına düşen iki daireyi satıp kendisine Sincan tarafından beş daire satın
aldı ve gitti.
Gecekonduların,
neşeli çocukların, dut ağaçlarının ve yağmur yağınca çamurun donattığı o
sokakta şimdi lüks arabalar park halindeler. LPG kokusunun mazot karartısına
karıştığı o ufacık sokağın adı “Geldigeçti Sokak”. Münevver Abla’nın her sabah
hayırsız oğluna hayıflanarak bakkala ekmek almaya gittiği o sokakta yine her
şey her zamanki gibi olağan.
“Bi ekmek bana bi
ekmek de benim hayırsız oğlana. Şu yaşıma geldim oturup da evde ekmek
bekleyeceğime kazık kadar adama ekmek taşıyorum” dedi Münevver Abla bakkala.
Memleketi Çankırı’dan Ankara’ya göçünce bakkallıktan alâ meslek bulamamış
Rüstem bakkal “Nörecen abla, zamane bebeleri hep böyleler” deyip muhabbeti
uzatmadan Münevver Abla’yı dükkandan bir an evvel çıkartmak telaşına koyuldu.
Münevver Abla bu, susar mı hiç? “Duymadın mı Rüstem oğlum, beğenmediğimiz
Suna’nın sümüklü oğlan okudu da avukat oldu. Bizimkisine de liseyi iteleyerek
bitittirdik. E okumayana iş mi var? Var da, bizim paşa beğenir mi temizlik
işini?” diye rutin dert yanma monoloğuna başladı. Münevver Abla’nın monoloğu
Rüstem bakkalın bir 10 dakikasını çaldı ama Anadolu’nun o vakurluğuyla her gün
olduğu gibi bugün de tersleyemedi Münevver Abla’yı. Her ne kadar her gece
uyumadan önce Münevver Abla’yı hayallerinde tersleyip refaha erişse de Rüstem
bakkal, Münevver Abla’yı görünce hem ona üzülüyor hem de acıyarak ses
edemiyordu. Buna da Anadolu vakurluğu deniliyordu.
Münevver Abla
henüz yakıcı bozkır güneşinin ısıtamadığı apartman koridoruna girince hafif bir
ürperti hissetti. “Bismillah, şeytan yokladı şeytan” diyerek giriş kattaki
dairesinin çelik kapısını açtı ve içeri girdi. Oğlu hala uyuyordu. Münevver
Abla ne kadar da kızsa oğluna kıyamadığından hiç seslenmeden mutfağa girip
kahvaltıyı hazırlamaya koyuldu. Kocasından kalma emekli maaşıyla geçindikleri
bu iki oda bir salonlu dairede masaya kendi terbiyelediği zeytini, kendi eliyle
bastığı tulum peynirini ve oğlunun çok sevdiği, köyden ablasının yolladığı
torba yoğurdunu özenle yerleştirdi. Çayın demlenmesini beklerken artık biri hiç
kullanılmayan üç sandalyeli masanın bir sandalyesine oturarak düşünmeye
başladı. Beyi Hasan Ali oğlu askerdeyken vefat etmiş ve henüz emekliliğinin ilk
yılını bile doldurmamış bir memur emeklisiydi. Zamanında babasının “Memur
adamın durumu iyi olur” diye evlendirdiği kızına iyi bir hayat yaşatmıştı Hasan
Ali. Hasan Ali “Avrat bi emekli oliyim, oğlan da dönsün askerden, ona bi iş
kurarız biz de benim emekli ikramiyesiyle bir ev yaparız köyümüze;
domates-biber ekip yaşarız işte.” diye
hayal kurardı hep. Kocası hayal kurdukça Münevver Abla ondan daha çok mutlu
olurdu. Oturduğu o mutfak masasında kurarlardı hep hayallerini ve Hasan Ali o
masada yine bir kahvaltıdan sonra hayal kurarken vefat etmişti. Münevver Abla
bunları düşünürken derinden bir ah çekip demlenen çaydan oğlu uyanmadan bir
bardak içmeye karar verdi. İnce belli bardağa doldurduğu tavşan kanı çayı
yudumlarken hiçbir şey düşünemiyordu. İnsanoğlunun böyle zamanları vardır;
hiçbir şey düşünmeden beyni içerisinde bir karanlığa gömülür gider. O
karanlıkta ne kadar kaldığını, çayını içip içmediğini bilemeden çalan zilin
sesiyle irkildi Münevver Abla.
Kapıyı açtığında
postacıyı gördü. Postacı “Hakan Yıldırım burda mı?” dedi. “Yok oğlum, burada
hiç öyle birisi olmadı” dedikten sonra kapıyı kapatıp geri mutfağa döndü.
Mutfağa dönünce kapıyı postacının yüzüne kapattığına üzüldü ama çok da
aldırmadı. Düşünememezlik halini yine düşünceler kıskıvrak kuşatacakken
kızdığı, hayırsız dediği ama yine de çok sevdiği oğlu uyandı. Sevgisinden çok
kızgınlığını belli etmek istediğinden hiç seslenmedi, kahvaltı hazır bile
demeden kendi çayını tazeleyip oğluna da çay doldurdu. Yunus elini yüzünü
yıkayıp üzerinde atleti, altnda pijamasıyla sofraya oturdu. Hiç konuşmadan
karınlarını doyurup günaydının bile uzun zamandır uğramadığı masadan Münevver
Abla’nın düşünememezliği ile Yunus’un sessizliği yeni bir güne doğruldular.
Not: Yaz aylarında yazmaya başladığım ilk uzun soluklu hikaye denememdi. Devam bölümleri tabii ki var, o yüzden ilk bölümü yayınlıyorum ve günden güne devam edeceğim.
Not: Yaz aylarında yazmaya başladığım ilk uzun soluklu hikaye denememdi. Devam bölümleri tabii ki var, o yüzden ilk bölümü yayınlıyorum ve günden güne devam edeceğim.