Yine mi Ankara?

Saat 18.40, Kızılay. Mavi bir halk otobüsünden inerken tıklım tıkış bir kalabalık da otobüse balık istifi şeklinde yerleşmeye başlıyor. Mesai bitmiş, hava buz gibi ve Ankara'da yine insan sesleri korna ve eksoz sesine karışıyor.

Yüksel'den yürümeye başlıyorum amaçsızca; Konur Sokak'ı dikine geçip Meşrutiyet'e, ordan da ver elini Kolej metrosu.

Elele tutuşan üşümüş sevgililer, slogan atan heyecanlı solcu gençler, 5 liraya umut satan falcılar... Binlerce insan akıyor sokaklardan, hepsi buz gibi. Bol ışıklı esnaf panolarına bakarken bir ses benim ismimi tekrarlıyor ama ben değilimdir diye devam ediyorum; sonrasında bir el kolumdan tutuyor "Niye bakmıyorsun?" diye sırıtıyor. Lise aşkıma denk geliyorum bombok bir günde. Kafamda şapka, boynumda Dynamo Dresden atkısı ve o. Şaşırıyorum en başta ama klasik "Naber, nasılsın?" muhabbetine sarıyoruz. "Çay içelim vaktin varsa?" diye soruyor ama bir şeyler uydurup yürümeye devam ediyorum.

Ruhum bedenimden uzaklaşmış gibi hiçbir şey düşünmeyip bir kamera gibi etrafı çekerek yürüyorum. Aklımda hiçbir şey yok, hava buz gibi. Meşrutiyet'in sonundaki üst geçite gelince merdivenleri tırmanıyorum yavaş yavaş. Hiç kimse yok üst geçitte ve ben korkuluklara yaslanıp şehri izlemeye koyuluyorum. Otobüslerin balgamlı boğazlarından attıkları hırıltılar ve taksicilerin korna seslerine takılıp kalıyorum. Can derdine düşmüş bir ambulansın sirenleriyle uyanmayacak olsam sabaha kadar dikilirim orada.

Ara sokaklardan Kolej'e iniyorum ve Ahmet Andiçen Kanser Hastanesi önünde durup bir sigara yakıyorum. Ölüme meydan okuyan akıncılar gibiyim kanser hastanesi önünde sigara tüttürürken. Aklıma karşılaştığım eski sevgilim geliyor ve kafamda parça parça anılar uçuşuyor. Soğuktan olsa gerek anılar donunca yola koyuluyorum tekrar. İstikamet gerisin geri Kızılay, fakat Sıhhıye köprüsü üzerinden.

DTCF'nin yanındaki merdivenlerden Atatürk Bulvarı'na inip Sıhhıye'nin tavuk döner ve karbonatlı çay kokusuyla birleşmiş çöp gibi havasını soluyorum. Ulan öyle sıkıcıymış ki bu şehir, yeni kavrıyorum. Abdi İpekçi Parkı'na varınca bir sigara daha yakıyorum banklara oturup. Bir iki sokak köpeği geçiyor önümden ama insanlardan daha yakınlarmış gibi hissediyorum bir an. Köpeklerden korkan biri olarak birinin başını okşuyorum, kuyruk sallayıp melül melül suratıma bakıyor. Ah be itin soyu, uzun zamandır insan gözleri bana böyle güzel bakmadı. Sigaram bitince kalkıyorum ve SGK'nın oraya kadar köpek dostumla yürüyoruz. Benim karşıya geçeceğimi anlayınca arkasını dönüp tekrar Abdi İpekçi'ye gidiyor.

Güzel kızlar görüyorum ama hep yalnız yürüyorlar. Nedense aklıma bir Hasan Hüseyin şiiri düşüyor, içimden okumaya koyuluyorum:

bu dünyaya biz de geldik gideriz
güzeller içinde yarsız gezeriz
karacaoğlan sevdi diye susarız
ulanı da karacaoğlan ulanı
biz severiz allı pullu yalanı
öptüm diye koynundaki yatanı
güller diken diken değer elime
morlar kızıl kızıl yakar elimi
sevdiceğim sövgü olur dilime
ulan insaf bre hey!

Eski Zafer Çarşısı, Zafer Anıtı falan derken Güvenpark'a geliyorum. Sıcak çay satıyorlar en karbonatlısından. "Abi çay ister misin?". Seslenmeden yürümeye devam ediyorum. Çiçeklerin orada durup bir demet nergis alıyorum anneme, bari bugün o güzel olsun.

Yürüyorum dolmuşa doğru tar tar tar dizel motor gürültüsü eşliğinde evime kadar geliyorum. Sıcak bir çay, üstüne bir sigara daha ve Ankara o kadar sıkıcı ki.

Etiketler: , , .

Yorum Yaz